Cumhuriyetimizin kurucusu, Türk devrimlerinin mimarı ve yapmış olduğu devrimlerle ülkemizin kaderini değiştirmiş olan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, ölümünün 79. senesinde sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz! 10 Kasım ’a özel Atatürk’ün çok az bilinen ya da hiç bilinmeyen 10 anısını sizlerle paylaşacağız. Bunları derlerken Atatürk’ün şu sözleri yankılanıyor kafalarımızda:
“Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir.”
Bu anıları okurken onu bir an olsun anlayabilmeniz ve hissedebilmeniz ümidiyle!
Atatürk’ün bizzat yaşadığı anılarına geçmeden önce 10 Kasım 1938 günü İstanbul Ünivesitesi’nde geçen bir hikayeyi aktaracağız:
Büyük Adam!
Yıl 1938, günlerden 10 Kasım…
İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş… Hukuk Fakültesinde ders veren bir Alman profesör var, o da olayı duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar verememektedir. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar ve rektörün yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:
-“Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?”
Rektör cevap verir:
-“Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.”
İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:
-“Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki…” der.
“Bir gün yanılmışım!”
Atatürk’ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay’ın aktardığı hikaye şöyle:
“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrinden ve büyük taarruz hazırlıklarından önceki günlerdeyiz. Mustafa Kemal Keçiören’de yakın adamlarıyla Ankara’da son gecesini geçirdi. Ayrıldığı zaman hayli yorgundu. Yanındakilere dönüp:
– “Taarruz haberini alınca hesap ediniz. Onbeşinci gün İzmir’deyiz” demişti.
İzmir’den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:
-“Bir gün yanılmışım!” dedi.
Eşitliğe Verdiği Önem
Atatürk bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar, Topkapı Sarayı Müzesi’ne gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı:
-“Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin.” der.
Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.
“Dinlemekten zevk alırım.”
Atatürk’ün yakınlarından biri neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:
-“Paşam…” der, “Şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalaalarına nasıl olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum… O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşısında söyletirsin?”
Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:
-“Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaatı hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.”
“Aman beyler! Neden diye sormayın!”
Bu hikaye Atatürk’ün en sevdiği hikayelerdenmiş. Arada kendi anlatır, arada başkasına anlattırır, hep gülermiş.
Bir gün Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Konferans esnasında bir ara dinleyicilere soruyor:
-“Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?”
Ardından cevabı kendi veriyor:
-“Tabii suyu.”
Gene bitirmiyor, soruyor:
-“Neden?”
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
-“Eşekliğinden.”
Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor. Bir akşam orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar. Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
-“Söyle çocuk: Bir eşeğin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini içer?” Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri…Esas vaziyetine geçiyor:
-“Rakıyı kumandanım!”
Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip bir şekilde:
-“Aman beyler! Neden diye sormayın!”
“Genelgeyle devrim olmaz!”
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırarak sorar:
-“Depremden çok zarar gördün mü, baba?” diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
-“Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?”
İhtiyar, Kürt şivesiyle:
– “Valle Padişah bilir!” dedi.
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
-“Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?”
İhtiyar tekrar etti:
-“Padişah bilir!…”
Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam’a döndü:
-“Siz daha devrimi yaymamışsınız!” dedi
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat kâtibi:
-“Köylere genelge yolladık Paşam.” dedi. Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
-“Oğlum” dedi, genelgeyle devrim olamaz!…”
“Yenilseydik sorumlusu ben olacaktım.”
Sadi Irmak aktarıyor:
Bir aralık konu İstiklâl Savaşı’na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dâhil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata’yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk.
Anlatışlarını şöyle bağladı:
-“İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.”
Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
-“Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.”
Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine mal eden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.
“Nasıl başarılı olacağımı değil engelleri düşünürüm.”
Niyazi Ahmet Banoğlu’nun sözlerinden:
Bir gün bir Amerikalı kadın gazeteci, Atatürk‘e:
-”İşlerinizde nasıl başarılı oluyorsunuz ? ” diye sormuş ve şu cevabı almıştı:
– ”Ben bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem. O işe neler engel olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı, iş zaten kendi kendine yürür.”
Övülmekten Haz Etmemesi
Atatürk ne kadar bir asker, komutan, yönetici olsa da; duyguları, sevinçleri, sinir ve neşesi tıpkı bizler gibiydi. Ulusuyla bütünleşme yöneliminin en tipik göstergelerinden biri de şu kısa öyküde belirlenir:
Cumhuriyetin 12. yıl dönümü için bir sıra dövizler hazırlanmıştır. Bunlar içinde şöyleleri vardır:
”Atatürk bizim en büyüğümüzdür.”, ” Atatürk bu milletin en yücesidir.” ”Türk Milleti asırlardır bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı.” Atatürk listeyi dikkatle gözden geçirir. Bunlar ve bunlara benzeyenleri çizerek, hepsinin yerine kendini en iyi ifade eden şu satırları yazar:
-”Atatürk bizden biridir.”
Gömüleceği Yer Konusu
Atatürk’ün gömüleceği yer ve toprak konusu bir gün şu şekilde gündeme geliyor. Ve bu konuşmaları Afet İnan şöyle özetliyor:
O’nun kabri elbette Ankara’da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O’ nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara’ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi’nden İstasyon’a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya’daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk’ün etrafında toplananlar arasında, O’nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti:
-“Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” dedikten sonra,
-“Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın,” demişti.
Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise,
-“İyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem”.
Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak:
-“Bunu unutma!” demişti.
Atatürk’ü, ölümünün 79. yılında saygı, sevgi ve büyük özlemle anıyoruz!